Urartuların dillerini ve kültürlerini incelerken üzerinde durmamız gereken ilk nokta, Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan halkların erken tarihleri (daha popüler bir deyimle proto dönemleri)dir. Bu konu Anadolu’da, yalnızca Urartular için geçerli değildir. Bu toprakları mesken olarak seçmiş, uygun iklim, coğrafi koşullar ve doğal kaynaklarından yararlanmış ve ‘Anadolu Kültürü’ denilen mozaiğe kendi renklerini vermiş her topluluk için aynı şeyler söylenebilir. İşte bu toplulukların proto aşamalarının incelenmesi, bizlerin oldukça ilginç sonuçlara ulaşmamızı sağlamaktadır. ‘Proto-Urartu’ deyimi ilk defa, Rus bilim adamı Sorokin tarafından kullanılmıştır. Sorokin, Güney Kafkasya’daki Urartu merkezi Karmir-Blur (Kızıltepe)’un üstten itibaren ilk üç Urartu katmanı altında uzanan ve ‘Karmir-Blur IV’ diye tanımlanan kültür katmanı ile bu katman içinde bulunan arkeolojik malzemeyi tanımlamak maksadıyla ‘Do-Urartu’ terimini kullanmıştır. Arkeologlarımız da kabaca M.Ö. 1300-1000 yılları arasına tarihlenen bu kültür sürecine, arkeolojik-stratigrafik bir ifade olarak ‘Urartu Öncesi’ ya da ‘Ön-Urartu’ anlamında Proto-Urartu demişlerdir. Yazımızın başında ayrıntılı bir şekilde değindiğimiz gibi; Urartu ismine ilk kez rastladığımız M.Ö. XIII. yüzyıldan, güçlü bir devlet haline geldikleri M.Ö. X. yüzyıla değin Anadolu’nun bu bölgesinde yaşanan etnik, siyasal ve kültürel gelişmeler, Urartularla birlikte yaşayan toplulukların ön aşamaları hakkında bir takım ipuçları vermektedir.
Bunlardan belki de en önemlisi, bu toplulukların
Orta Asya göçebe kültürleri ile olan ilişkileridir. Sovyetler Birliği’nin
dağılmasının ardından bağımsızlığına kavuşan devletlerin ya bizzat
kendi bilimadamlarınca yapılan araştırmalar, ya da yabancı bilimadamlarının
bu bölgelerdeki
incelemeleri, şimdiye kadar bilinen gerçeklerin büyük ölçüde değişmesine
neden olmuştur. Ne yazık ki bizi oldukça yakından ilgilendiren bu coğrafyaya
araştırmacılarımızın gerekli ilgiyi göstermemesi, şimdiye kadar
bilinenlerin yeterli ve doğru bilgiler olarak kabul edilmesi, tarihimiz açısından
büyük bir fırsatın kaçmasına neden olmaktadır. Dr. Semih Güneri’nin
‘Bilim ve Ütopya’ dergisinin 65. sayısında konuyla ilgili olarak yazdığı
makaleden şu cümleyi aynen aktarıyoruz:
“...Asya’nın
‘En Asyalı’ olması gereken kuş uçmaz, kervan geçmez noktalarında bile,
yorulmadan ‘Hint Avrupalı’ bir iz bulur muyum umuduyla dünyanın dolarlarını
harcamayı hazır gözü dönmüş vakıf arkeologları...” bölgeyi
doldururken acaba ülkemizden kaç arkeolog ya da bilimadamı araştırma
yapmaktadır.
Yukarıda
sözünü ettiğimiz ipuçlarına ulaşmamızda arkeolojik ve filolojik veriler,
bize kaynak teşkil etmektedir. Bu filolojik kaynakların başlıcaları, Orta
Asya’da yakın tarihlerde yapılan kazılarda ortaya çıkan yazılı belgeler
ile Anadolu ve Mezopotamya çıkışlı taş tabletlerdir. Arkeolojik kaynakların
en önemlileri ise sözünü ettiğimiz bölgelerde bulunan gerek kurgan gerekse
diğer yapı kalıntılarından çıkarılan seramik ve madeni eserlerden oluşmaktadır.
Filolojik
kaynaklardan bahsederken üzerinde durmamız gereken en önemli konu, Doğu
Anadolu’nun yüzyıllar boyunca etnik bütünlüğüne hakim olmuş Hurri
Egemenliği’dir. Zaten dilbilimsel temellerde Hurrice (Hurca)-Urartuca bağlılığı
çok önceden ortaya konmuş bir gerçektir. Hurrilerin yalnızca Doğu değil,
bütünüyle Anadolu’nun en eski halklarından biri olduğunu biliyoruz. Örneğin,
Kültepe tabletlerindeki unvan (appellatif) adlarının incelenmesi,
Anadolu’da ‘Demir Çağı’nda hakimiyet kurmuş birkaç halktan birinin
Hurriler olduğunu göstermiştir. Tabletlerde görülen diğer ünvanlar, tanrı,
şahıs ve yer adları ise Asur, Hatti ve Luvi uygarlıklarına
aittir. Anadolu’nun çeşitli uygarlıklarına ait
yazılı kaynakların bir
başka önemi de bu adların sınıflandırılması sonucu Anadolu halklarının
kökenlerinin de aydınlatılabilmesidir. Ünvan, tanrı-tanrıça, şahıs ve
yer adları başlıca 3 grupta toplanabilmektedir:
1.
Asya kökenli isimler 2.
Hind-Avrupa kökenli isimler
3. Sami isimler
Hattice
ve Hurca şahıs adları birinci gruba dahil edilmektedir. Prof. Afif Erzen’e
göre, kuzeyde Kafkasya’dan, batıda Malatya-Elazığ bölgesine, güneyde
Kuzey Suriye ve doğuda da Urmiye Gölü’ne kadar uzanan geniş coğrafi
alanda yapılan arkeolojik araştırmalar, bölgede M.Ö. 4 bin yıldan itibaren
çok kuvvetli bir kültür birliğinin varlığını ortaya çıkarmıştır. Bu
kadar geniş bir alana yayılmış olan ‘Erken Bronz Çağı’ kültürüne,
onu yaratanların Hurriler olması nedeniyle ‘Erken Hurri Kültürü’ adı
verilmiştir. Ve bu kültür daha sonra güçlü bir Urartu Krallığının doğmasını
sağlamıştır. Ancak Hurca konuşan halkların M.Ö. 3 binin ortalarında
Asya’nın batısı ve Doğu Anadolu bölgesinde geniş bir alanda yerleşik
durumda olduklarını bilmemize karşın, kuzey ve doğudaki yayılım alanlarını
tam olarak kestirmek zordur. Ancak tabletlerde mevcut yer, tanrı-tanrıça ve
şahıs adlarının incelenmesi sonucunda söz konusu alanın güneyde Hama ve
Kerkük’ten kuzeyde Güney Kafkasya’ya kadar uzandığı söylenebilir. Dr.
Güneri’ye göre Proto-Urartu beyliği olarak kabul edilen kuzeydeki Diaohi
Krallığı ile yazımın başında bahsettiğim Van Gölü çevresindeki
Uruatri ve Nairi Beyliklerine ait şahıs (kral, prens, bey), tanrı-tanrıça
ve bölge (kent, kasaba, ırmak, dağ v.b.) adları Hurrice’dir.
Hurca
ile Urartuca’nın etnik ve kökensel bağları incelendiğinde, linguistik yapıları
temelinde ortak noktalar belirlenmiştir. Hurri dili, Asya dillerinden
(kimilerine göre Kafkas dil grubundan) olan Ön-Hattice ve Türkçe’de olduğu
gibi ‘aglutine’ (iltisaki, eklentili) bir dildir. Yani bu dillerde cümleler
anlamlarını kelime sonlarına peş peşe getirilen soneklerle bulmaktadır. Bu
özelliği ile Ural Altay dillerine büyük bir benzerlik göstermektedir.
Hurriler
konusunda değerli eserler vermiş Prof. Dr. Ahmet Ünal’ın ifade ettiği
gibi, Hurri dilinin Türk dilleriyle olan benzerliği, ortak kelime hazinesinden
çok, dillerin yapısıyla ilgilidir.
Önceleri
dilbilimciler Urartuca’nın, Hurri dilinin geç diyalektiği olduğunu ileri sürdüler.
Fakat daha sonra yapılan ayrıntılı incelemeler, Urartuca’da dil gelişiminin
doğrudan Hurca’ya bağlanamayacağını, bu iki dilin köken olarak aynı
kaynaktan gelmekle birlikte, gelişimleri sırasında farklı yönler izlediğini
ortaya çıkarmıştır. En azından bilimadamlarının büyük bir çoğunluğu
böyle demektedir. Dolayısıyla öncü dil olan Proto-Urartuca ve onu izleyen
Urartuca da Doğu Anadolu’nun yerli halkları içinde konuşulan dillerdir. Ve
bunların Hurri köklerine şu ya da bu şekilde bağlı olduğu kabul
edilmelidir.
Yukarıda
da bahsettiğimiz gibi Urartu ve Hurri panteonu da aynı kaynaktan gelmektedir.
Örneğin Urartuların baş tanrılarından Teişeba, Hurrilerin baş tanrısı
ve fırtına tanrısı Teşup ile aynıdır. Keza eşleri de aynı tanrıçalardır.
Prof. Müller, ‘The Loom Of
History’ kitabında bu konuda şunları söylemektedir: “Küçük
Asya’nın doğusunda, Hurri tanrılara tapan ‘Urartu Krallığı’ adıyla
bir uygarlık doğmaktaydı. Dilleri Hurca’ya akrabaydı. Mimaride ve metal işciliğinde
en yüksek seviyeye ulaşmışlardı.” Bu konuda ayrıntılı bilgileri
‘Urartularda İnanç’ bölümünde vereceğim.
Urartuların önceleri Asurlulara ait çivi yazı sistemini kullandığını biliyoruz. Çivi Yazı Sistemi, Urartu Ülkesi’ne büyük olasılıkla Asur Kralı II. Asurnasirpal (883/884-859) zamanında getirilmiş olmalıdır. Daha sonra bu yazı sistemi resmi ve idari yazışmalarda kullanılmaya başlanmıştır. Bunun yanısıra Keleşin ve Topzava stelleri gibi, Asurca-Urartuca yazılmış çift dilli yazıtlar da mevcuttur. Bunlardan Kelişin Yazıtı İşpuini, Topzava Yazıtı ise I. Rusa tarafından diktilmiştir. Çivi yazılı Urartu kitabeleri üzerindeki bilimsel çalışmalar ilk defa 1823 yılında Fransız bilimadamı Saint Martin tarafından başlatılmıştır. Onun teşvikleri ve Fransız Hükümeti’nin desteğiyle, Alman bilimadamı E. Schulz Doğu Anadolu’ya gönderildi. Schulz’un çalışmaları sonunda, Van şehri ve civarında pek çok çiviyazılı kitabe bulundu. Bu keşifler hakkındaki ilk rapor, 1828 yılında Saint Martin tarafından yayımlanmıştır. Kısa bir süre sonra, Fırat kıyısındaki İzole ve Palu’da da aynı dilde iki kitabe daha bulundu. 1847 yılında Edward Hincks adlı İngiliz bilimadamı Van metinlerini okumaya çalışmış ve yaptığı çalışmalar sonunda bu metinlerde kullanılan harflerin, şekil yönünden Asur ve Babil yazılarına benzediğini görmüştür. ‘Şehir’ gibi bazı determinatifleri keşfederek, bir iki kelimenin anlamını bulmuş, krallardan bazılarının adlarını da doğru olarak okumayı başarmıştır. Bu metinlerin şifresini çözme işi, 1871 yılında François Lenormant ve 1872’de A. D. Mordtmann tarafından ele alındı. Lenormant, metinlerin çözümü konusunda Hincks’e göre biraz daha ileri gitmiş, Mordtmann ise birkaç kelimenin daha anlamını bulmuştur. Fakat Asur Çivi Yazısı hakkındaki bilgisinin yetersiz oluşu, daha fazla ileriye gitmesini engellemiştir. 1880 yılında ise, bir başka Fransız bilimadamı Stanislav Guyard, soruna ışık tutan yeni keşif yaptı. Bu buluş, kitabelerin sonunda sıklıkla karşılaşılan bir ibare olup, Asurca kitabelerde aynı yerde bulunan lanetleme formülünü temsil ediyordu.
Bu
ideogramlardan bazıları
determinatifler olup, kelimenin hangi sınıfa ait olduğunu göstermekteydi. Böylelikle
metinlerde geçen erkek, kadın, ülke, tanrı isimleri ile öküz, koyun, taş
ve benzeri kelimelerin bulunması ve birbirinden ayırdedilebilmesi mümkün
olmuştur. Urartu kitabeleri ile ilgili bu bilimsel çalışmalar, 1882 yılında
Journal of the Royal Asiatic Society adlı dergide yayımlanmıştır. Bu
dergide, yazıtların bulunduğu coğrafi alan ve bunların ait oldukları döneme
ait bilgiler verilmiş ardından da yeni çözülen bu dilin sözlüğü ve
grameri ortaya konmuştur. Ayrıca, bilinen bütün yazıtların kopya, çeviri
ve açıklama notları da eklenmiştir.
I. Sarduri’den sonra tahta çıkan krallar, Asur
çivi yazısını kendi dillerine uyarladılar. Bulunan en eski çivi yazıtları
da yine bu döneme (M.Ö. IX.yy) aittir. Çivi
yazısı taş anıtlar, tunç eserler, iri depo küpleri, kil tabletler ve mühürler
üzerine yazılıyordu ve hecelerden oluşmaktaydı.
Günlük
hayatta ise Hititlerinkine benzer hiyeroglif (resim yazısı)
tarzı bir yazı kullanıyorlardı.
Resim yazısı fazlaca gelişmemişti ve daha çok mühürler ve kap-kacak üzerine
yazılmaktaydı.
Urartular kendi dillerinde, değişik
uzunluklarda 180 kadar yazıt bırakmışlardır. Bunların büyük çoğunluğu
binalar, adak yapıları, savaş tasvirleri üzerinde yeralan yazıtlardan ve yıllık
metinlerindem oluşmaktadır. Bununla birlikte İskitler tarafından tahrip
edildiği sanılan Urartu şehri Teişebania
(Teyşepaini ya da Karmir Blur=Kızıltepe)nın yıkıntıları arasında Arami
alfabesiyle yazılmış yazıtlar da bulmuştur. Kültürleri ve uygarlıkları
yanında Urartu yazısı da komşularını etkilemiştir. Prof. Richard N. Frye
bu konyyla ilgili olarak ‘The Heritage Of Persia’ adlı eserinde şunları
söylemektedir:
“İran’daki Akamen sanatı, mimarisi ve hatta devlet
protokolü ve yazı sisteminin kaynaklarını Urartu’da aramak
gerekmektedir.”
Urartu
dili ve kültüründen bahsederken mutlak değinmemiz gereken bir başka önemli
nokta da Ermenilerin, kökenlerinin Urartu’ya bağlı olduğunu ileri sürmeleridir.
Kökenleri ve konuştukları dilin Hint-Avrupai olmadığı ispatlanmış bir
halkın Ermenilerin atası olduğunu söylemek, bunu web sitelerinde bilimsel
bir gerçeklik gibi göstermek tam anlamıyla bilime ve tarihe tecavüzdür. İzahı
ve ispatı mümkün değildir. 1930’lu yılların başında yani Urartucanın
henüz çözülmediği bir dönemde kabul edilen Urartu-Ermeni eşitliği yönündeki
görüşler, günümüzde tümüyle terk edilmiştir. Bu görüşün kaynağı
ise Tevrat’taki bir yanlış anlamadır. İbranice yazılmış Tevrat’ta, tıpkı
Arapça’da olduğu gibi, ünlü
harfler kullanılmadığından ‘Urartu’, ‘Rrt’ olarak yazılmış ve
‘Ararat’ olarak okunmuştur. Böylece Urartuların ortaya çıktıkları, yaşadıkları
topraklar ve bu bölgenin en yüksek dağı yanlış bir anlama (daha doğrusu
uydurma) sonucu, ‘Ararat’ olarak bilinir olmuştur. Urartular konusunda çok
değerli bilgiler vermiş olan Prof. Dr. Veli Sevin’in aşağıdaki sözleri
lafı fazla uzatmadan gerekli cevabı vermektedir:
“Eğer iki
ulus arasında illa ki bir akrabalıktan söz edilmek isteniyorsa, bu aynı bölgeyi
kullanan Bizanslılar (Romalılar) ile Osmanlılar arasındaki kadardır.”
Fakat
az önce sözünü ettiğimiz gibi, Ermenilerin internetteki sitelerinde, tüm
bilimsel gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapadıklarını, yalan yanlış
ve iftiralarla dolu, kendi isteklerine uygun bir tarih uydurduklarını görüyoruz.
Olayı öylesine ileri götürmüşlerdir ki ‘Urartu’ adıyla üniversite açmışlar
ve hatta sigara markası olarak kullanmışlardır. Tabii ki herkes, hayal dünyasında
kendilerine bir tarih uydurmakta serbesttir.
Biz
yeniden konumuza dönelim. Asur kaynaklarında karşımıza çıkan dönemin
siyasi-kültürel topluluklarıyla yer ve şahıs adlarındaki etnik öğeler
tamamen yerli Doğu Anadolu’ya ait, daha açık bir deyimle Hurrili’dir. Bu
bölgeye yeni etnik unsurların yayılmaya başlaması ise, Tukulti-Ninurta (M.Ö.
1236-1199) ile Tiglat Pileser (M.Ö. 1115-1076) arasında uzanan, Asur kaynaklarından
fazla bir şey öğrenemediğimiz 100 yıllık zaman aralığına rastlamaktadır.
Bu yeni etnik unsurlardan Muşkiler, Fırat havzasını yurt edinmişlerdi.
Bu topluluk, büyük bir ihtimalle ya Friglerin ta kendisiydi, ya da onların doğusunda
yeralan, Friglerle akraba ve onlara bağımlı bir halktı. Muşkilerin adı
Asur belgelerinde, I. Tiglat Pileser zamanında yapılan bir savaş dolayısıyla
geçmektedir. M.Ö. 1160 yıllarında beş kralın komuta ettiği 20 bin kişilik
bir orduyla, Orta Anadolu’dan gelip Asur topraklarına giren bu insanlar,
Malatya (Meliddu-Melitene) yakınlarına kadar gelmişlerdi. Bunun üzerine I.
Tiglat Pileser, M.Ö. 1100 dolaylarında Muşkileri yenerek Asur topraklarından
çıkarmıştır.
ORTA
ASYA VE KAFKASYA ÜZERİNDEN URARTU ÜLKESİNE YÖNELEN GÖÇ HAREKETLERİ
Asıl
canlılık daha kuzeyde Erzurum ve çevresinde meydana gelmiştir. M.Ö. XII. yüzyılın
başlarında bölgede, Orta Asya kökenli belgelerin artarak görülmeye başlaması;
dilbilimci İ. M. Diakonov’a göre, M.Ö. 3000 ile M.Ö. 2000’li yılların
başından beri, Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya girmeye başlayan ve batıda
Güney Karadeniz sahilleri boyunca Çorum, Amasya ve Tokat bölgesine kadar ulaşan
Asya kökenli göçebe grupların bölgedeki etkin varoluşlarının bir işaretiydi.
Yazılı belgelere yansımadan yaşanan bu 100 yıllık ara dönem Doğu
Anadolu’nun kültürel yapısında büyük değişimlerin yaşandığı bir süreci
simgelemektedir. Bu süreç bronz kullanımından, Orta Asya kaynaklı demir
kullanımına geçişi simgeleyen yoğun bir zaman dilimidir. Sonuçta Orta
Asya’yı ilgilendiren büyük ve ani göçebe kültürü hareketleri, M.Ö.
XII. yüzyıldan başlayarak bölgede keskinleşen yeni siyasi oluşumlara neden
olmuştur.
Doğu Anadolu ve Kafkasya'da bu gelişmeler yaşanırken, İran Yaylası'nda teorik olarak Bronz Çağı'na son veren ve Demir Çağı'nı başlatan ünlü Hint-Avrupai halkların göçlerine tanık olunmaktaydı. Bu göçlerle birlikte, bölgede bir önceki dönemin karakteristiği boyalı kaplar (Urmia Ware), yerini birdenbire tek renkli (Gray Ware) seramik kültürüne bırakmıştır. Batı İran Erken Demir Çağı yerleşmelerinde görülmeye başlayan 'Gray Ware' türü seramik çeşidi, söz konusu değişimin bir simgesi olarak kabul edilmektedir. Yine ilk kez bu çağda ortaya çıkan bazı kap şekilleri, bölgede ani kültür değişikliğinin kanıtları olarak gösterilmektedir. 'Gray Ware' türü seramik çeşidine Doğu Anadolu bölgesinde de rastlandığı ileri sürülmüşse de, bu seramiğin varlığına , bulunma koşullarına ve ait olduğu zaman aralı-ğına ilişkin net ve inandırıcı açıklamalar getirilememiştir. Yani Doğu Anadolu Bölgesi'nde Hint-Avrupa kökenli halkların Erken Demir Çağı'nı simgeleyen kap şekillerine ne yüzey araştırmalarında ve sistemli kazılarda, ne de müzelere çeşitli yollardan gelen malzemeler içinde rastlanmıştır. Fakat çok sonraki bir tarihe, M.Ö. X. yüzyıla ait, İran'dakine benzer tutamaklı ya da tutamaksız keskin profilli basit çanak ve kaseler, Van-Dilkaya ve Karagündüz mezarlarında bulunmuştur. Bunun anlamı, bahsi geçen kap-kacağın modasının, İran'da ortaya çıkmaya başlamasından 300 yıl sonra Van bölgesine ulaştığıdır. Sonuç olarak, Proto-Urartu dediğimiz süreçte, Van bölgesindeki kültürel gelişmeler ile Hint-Avrupai göçlerle açıklanabilen İran Yaylası'ndaki kültürel oluşumların birbirleriyle hiçbir bağlantısı bulunmamaktadır.
Yine
Erzurum Ovası'nda yeralan Karaz, Pulur ve Güzelova höyüklerinde 1942-1964 yılları
arasında bulunmuş arkeolojik malzeme içerisinde, karanlıkta kalmış olan M.Ö.
2000'li yıllar ile ilgili arkeolojik belgelere rastlanmıştır. Ve bunların
bir kısmı Proto-Urartu süreci ile ilgilidir. Çevrede uzun bir süredir yapılmakta
olan yüzey araştırmalarında ve Erzurum-Hasankale'de yeralan Sos Höyük'te
yapılmış olan kazılarda yine Proto-Urartu sürecini temsil eden seramik
malzeme grupları bulunmuştur. Ele geçen bu kalıntı ve belgeler, bir
taraftan Proto-Urartu sürecinin Doğu Anadolu Bölgesi'nde o güne kadar
bulunup tanımlanabilmiş ilk kanıtları olmaları, diğer taraftan da bu
buluntuların kökenlerinin Kafkasya melez kültürlerine (gerçek anlamda
kaynak olarak Orta Asya göçebe kültürlerine) bağlanabilmesi bakımından önem
taşımaktadır.
Doğu
Anadolu Bölgesi'nin Proto-Urartu süreci ile ilgili tanımlanabilmiş en tipik
malzeme gruplarından biri de 'Yivli Kaplar'dır. M.Ö. XX. yüzyılın ikinci
yarısına tarihlenen bu tür kaplara, Elazığ ve Van ile Erzurum civarında
rastlanmaktadır. Bu üç bölgeden gelen yivli kapların varlığı, özellikle
de Elazığ bölgesindekilerin bulunma nedenleri, Hint-Avrupalı kavimlerin
(yani Muşkilerin) M.Ö. XII. yüzyılda Elazığ-Malatya yöresine gelişleri
temeline dayandırılmaktaydı (Veli Sevin, "Elazığ Yöresi Erken Demir
Çağı ve Muşkiler Sorunu, Höyük,
1990, I: sf. 51-64). Merkezi Güney
Kafkasya'da Verhnyaya-Rutka kültürünün elde yapılmış koyu yüzlü,
perdahlı ve
derin çanakları, Pre-Kuban kültürüne ait bazı kaseler,
Azerbay-ca'nın çeşitli bölgelerinden gelen ağız kenarı yivlerle bezenmiş
yüksek kai-deli kapları ve buna benzer örnekler ise teknik ve şekil bakımından
Erzurum'da bulunanların benzerleridir. Tarihsel olarak ise bir kısmı
Proto-Urartu süreci ile ya doğrudan ilgilidir ya da
onunla çağdaştır.
Elazığ
bölgesindeki buluntuların ise, M.Ö. 1165 dolaylarında (Erken Demir Çağı Dönemi)
Alzi'yi (Elazığ-Altınova) ele geçiren Muşkiler ile doğrudan ilişkisi olduğu
savunulmaktaydı. Bu görüşe göre, çıkış yerleri Güney Kafkasya olarak gösterilen
bu kaplar, Hint-Avrupa kökenli gruplarca Elazığ bölgesine getirilmiş burada
da yaygın olarak kullanılmıştı. Ancak, Güney Kafkasya ile Elazığ-Malatya
bölgesi arasında genel anlamda arkeolojik bir bağ kurulabilmesi kesinlikle mümkün
olamamıştır. Zira bu bölgede bulunan benzer kaplar, Kafkasya'da ortaya çıkanlara
göre daha erken bir zamana aittir. Bu durum, yalnızca Fırat havzasına ait söz
konusu kapların kaynağını doğrudan Kafkasya'ya bağlama fikrine engel teşkil
et-mektedir. Kimi bilimadamlarına göre bu bölgedeki Kafkasya etkileri ancak
M.Ö. VIII. yüzyılla birlikte görülmeye başlar. Zaten bu Kafkas etkileri
(Kafkasyalı değil), Kafkasya üzerinden gelen Kimmer, İskit gibi kavimlerin bıraktıkları
ok uçları, kılıç gibi savaş aletleri ile bu topraklara gömülmüş savaşçıların
mezarlarıdır. Burada önemli bir konuyu bir kez daha hatırlatmak istiyoruz.
Kafkasya'dan gelen yivli kapların tarihleri ve yapılış özellikleri,
Erzurum'da bulunan aynı tür kaplarla büyük bir benzerlik göstermektedir.
Dr.
Semih Güneri’nin 1994 yılından beri Orta Asya’da yaptığı araştırmalar,
ağız kenarları yivlerle bezenmiş bazı kap parçalarının M.Ö. 2000 yılının
ortalarından itibaren bölgede yoğun bir şekilde varolduklarını göstermiştir.
Merkezi Kazakistan’da ve özellikle Almatı’daki Ortalık Müzesi’nde
bulunan kaplar üzerinde yapılan incelemeler, buradaki örneklerin teknik ve şekilleri
ile Doğu Anadolu Bölgesine ait olanlar arasında ciddi benzerlikler bulunduğunu
ortaya koymuştur. Doğu Anadolu’da Proto-Urartu sürecine ait yivli kapların,
geniş yuvarlak gövdeli çömlek ve kavanozlarla, genellikle siyah ve siyaha
yakın koyu yüzlü ve özenle perdahlanmış kap-kacağın üzerinde kazınarak
çizilmiş ve içi taranmış dizi halindeki üçgen şekillerinin varlığı en
büyük kanıtı oluşturmaktadır. Zira
bu motif Orta Asya’da çok fazla
benimsenmiş, hatta
Merkezi
Kazakistan’da adeta bir kültürün simgesi haline
gelmiştir. Bu bezeme türüne, Anadolu’nun kuzey kıyıları hariç hiçbir bölgesinde
rastlanmaz. İşte bu motif ve tekniklerle yapılmış kapların Orta Asya
steplerindeki kültürlere ait geleneklere yakınlıkları son derece ilginç ve
önemlidir.
Tüm
bunlardan çıkarılacak sonuç şudur:
Proto-Urartu
süreciyle ilgili arkeolojik malzemenin tanımları ve çevresel ilişkileri,
Van Bölgesi ve İran Hint-Avrupa kavim göçleriyle değil, Erzurum bölgesi ve
Kafkasya-Orta Asya kökenli kültür sentezleri ile açıklanabilir. Stil ve
teknik özellikleri birbirinden farklı yönlerde gelişen yivli kaplardan
Erzurum bölgesindekiler Kafkasya’da bulunanlarla (M.Ö. XII. yüzyıl), Van bölgesindekiler
ise daha geç bir döneme (M.Ö. XIII. yüzyıl ve sonrasına) tarihlenmek kaydıyla,
İran’da ortaya çıkarılan kaplarla daha çok benzerlik gösterir. Elazığ
bölgesindekilerin ise, ne Van (Urartu ile çağdaş olanlar hariç) ne de
Erzurum’da bulunanlarla herhangi bir bağlantısı vardır. Dolayısıyla bu bölgede
bulunan bazı belgelerin varlık nedenini, Doğu Anadolu’nun etnik bütünlüğüne
en ufak bir etkisi olmamış küçük bir grubun (Muşkiler) önemsiz
mevcudiyetine bağlamak ve bununla açıklamak mümkün değildir. Hele Hint
Avrupalı kavim göçlerinin hiçbir etkisi olmamıştır.
Belki
kimi bilimadamlarına göre Asyalı göçebe kültürlerin M.Ö. 2000’li yıllarda,
Kafkasya üzerinden Anadolu’ya ulaşma ihtimali biraz iddialı bir görüştür.
Ancak Proto-Urartu sürecini incelerken karşımıza çıkan bu arkeolojik gerçekler,
Anadolu’nun daha eski kültürlerini incelerken ve yazarken mutlaka göz önünde
bulundurulması gereken sonuçlardır. Hele 1998 Ağustos’unda Hakkari’de
bulunan Orta Asya kökenli taş kabartmalar, bizim bu görüşümüzün
haklılığını ortaya koymaktadır.